16 Haziran 2009 Salı

LUKSEMBURG









Lüksemburg'a gideceğimizi 2 gün önce haftasonu öğrendik. Dışişleri bakanı bir çalışma yemeğine katılacaktı. Yer bulma tren bileti almak gibi tüm işlemleri Pazartesi öğlene kadar halledip yola çıktık. Peki sonuç ne oldu? Basına kapalı çıktı !! Ve bunu biz yola çıktıktan sonra haber verdiler.En acıklısı da gece tren olmadığı için otele 1 gecelik paraları da vermiş olduk!! Tam otele geri dönmüştük ki ajans muhabiri aradı. Meğer onlar arabayla dönüyorlarmış. Zaten biran evvel dönmek isteyen kameraman onlarla döndü,ben ise madem otel parasını da verdim diyerek gece kaldım. Ve ertesi sabah trenle döndüm. Bu sayede sabah erkenden kalkıp 3 saat boyunca ne kadar görebilirsem Lüksemburg'u görmeye çalıştım. Lüksemburg dünyada bagimsiz olarak varligini surduren ve Dükalık sistemiyle yönetilen tek devlet.Ayrıca kişi başına düşen milli gelirle de dünyada ilk sırada yer alıyor. (2008 tahmini tam 117 bin 231 dolar $ ) Nüfusu ise sadece 455 bin kişi.



Otel hemen tren garının karşısındaydı.Fazla eşyaları emanate bırakıp şehir merkezinde hemen(hop in hop out ) otobüsleri buldum.Kısa süreli gezinin en akıllıca yolu buydu!. Malum Anvers'ten tecrübe kazanmıştık.Efendim yaklaşık yarım saat boyunca Lüksemburg'un hem tarihi şehrini ,hem de günümüzün finans merkezi olan modern binalarını gördüm. Gökdelenler gözünüzün önüne gelmesin.En fazla 5 -6 katlı enine uzun binalar. Terbiyeli zenginlik duruşu burada da hüküm sürüyor anlayacağınız.Modern taraf hiç ama hiç ilgimi çekmedi. Ayrıca çoğu cam ve çelik konstrüksiyon binaların önünde dakikalarca durup mimarlarını öğrenmek de cazip gelmedi. Çünkü ruhsuz , soğuk , legodan yapılmışa benzer binalardı. Aslında dünyanın en zengin yatırım bankaları bölgesinde dolaşıyordum ama sonuçta bina işte ! Bu sırada ilgimi çeken çevreye serpiştirilen tek tük heykeller oldu. Bulundukları ortamdan tamamen kopuk ,alakasız görünen,çoğu soyut bu sanat eserlerine de belli ki ayrı önem veriyorlar.Ancak penceresiz ,enerjiden yoksun ,bu finans merkezlerinin önüne sanki tesadüfen atılmış gibi olmuşlar.Aksine benim gözüme battılar.Neyse bu sayede Lüksemburg'un eskiden tarla olan ama giderek gelişen modernleşen arazilerini görmüş olduk. Bölgenin adı Kirchberg Plateau.Ama benim gönlüm eski tarafta kaldı. Yarım saatlik tur bitince inmedim ve daha önce gözüme kestirdiğim durağa tekrar gittim.Bu durak beni yeraltı mahzenlerine götürecekti :))


Şöyle anlatayım.Klastrofobisi olanların kesinlikle uzak durması gereken bir alan!! İspanya işgali altındayken inşaa edilen, Kazamat denen bu alan ,şehrin savunmasında kullanılacak silahların ve askerlerin barınması için ayrılmış. Dehlizlerde önce Alzette ve Petrusse nehirlerine bakan dökme topları görüyorsunuz. Sonra, daracık merdivenlerden 39 metre aşağıya iniyorsunuz .Ölçtüm, merdivenlerin kimi yerde boyu üç buçuk , eni bir buçuk karıştı o kadar..


Döne döne aşağıya iniyorsunuz. Aman nasıl gizemli , aman nasıl heyecanlı. :)) Bayıldım. Sanki yüzyıllar önce bir kulede hapsolmuş ,yolunu bulmaya çalışan bir keşişin ruhu içinize siniyor!! Aynı zamanda ,ya yolu bulamazsam ,diye endişeye kapılıp bu kez ,labirentte sıkışmış bir fare gibi de hissedebiliyorsunuz kendinizi.. İnsan beyni işte ,ne düşüneceği belli olmuyor !! Çocukken fazla Gizli Yediler,Afacan Beşler okuyunca böyle oluyor.:))
(haha)


Yeryüzüne çıkınca ,eski şehrin taş sokaklarında dolaştım bir süre. Lüksemburg'un bir vadide yükseliyor.
Bu nedenle kaleler,kuleler vadinin tepesinde olsa da, bazı yerleşim yerleri kıvrıla kıvrıla inen yemyeşil vadinin alt tarafında yer alıyor. Nehre bakıyorlar. Bu nedenle görünenden fazlasını içinde tutan,ketum,çekingen bir hali var Lüksemburg'un. Eski şehir öylesine tenha ve dingin ki..Sanki bir üniversite kampüsünde gezermiş gibi geziyor insan sokaklarını.Tarihi ama steril bir atmosfer.Krem ya da pastel renge boyalı binaların çoğu üç yüzyıllık.Ben vadiye kıvrılarak inen merdivenleri sevdim.Aklıma Robin Hood filmleri geldi. Birden karşınıza ,ok keseleri sırtında ,deri çizmeleri ,pırtık bermuda pantalonlarıyla birkaç asker çıkacak sanki.Oysa vadiye bakan köşelerde daha çok dingin manzarayı seyreden yaşlı insanlarla karşılaşıyorsunuz. Eski şehirdeki büyük katedrale de uğradım. İsmi Notre Dame Katedrali. Neyse katedrale baktıktan sonra , önüme çıkan birkaç kitapçıya da girdim..Hatta birinde eski İstanbul gravürleri satılıyordu. Keyifle inceledim.
Lüksemburg 'daki meşhur mağazaların bulunduğu caddeyi bir gece önce görmüştüm. Malum akşam Dışişleri bakanını beklerken,hızlıca birşeyler atıştırmak için Place D'Armes meydanına gelmiştim. Meydanda çok az insan olmasına rağmen kent orkestrası çalıyordu. Küçük yuvarlak bir alan ve yanyana restaurantlar var. Onu çevreleyen yollarda ise bildiğimiz markaların dükkanları sıralanıyordu.Daha çok Ankara 'yı hatırlattı bana.Özetle bir gece önce gördüğüm için,dükkan tarafına sabah hiç bakmadım. Artık gitme vakti gelmişti.Tren saatini kaçırmamam gerekiyordu. Son kez ,Alfonse köprüsünden geçtim. Oradan Avenue de Liberte üzerinden Gar meydanına ulaştım.Hızlı adımlarla önce otele gidip emanetten eşyalarımı aldım ,sonra da karşıya geçip trenle gerisin geri Brüksel'e döndüm.
Not: Yola çıkarken ,hiç fırsatım olmayacağını düşünerek,yanıma fotoğraf makinamı almamıştım. Resimler internetten efendim.










Hiç yorum yok: